30 Ekim 2015 Cuma

AİLE İÇİ ŞİDDET VE TOPLUMSAL SONUÇLARI

AİLE İÇİ ŞİDDET


  Aile içinde yaşanan şiddet, geniş bir tanımlamayla bireylerin yaralanmasına, sindirilmesine,  öfkelendirilmesine veya duygusal baskı altına alınmasına yol açan fiziksel veya herhangi bir şekildeki hareket, davranış veya muamele olarak ele alınabilir.
 
  Şiddet dövme, yaralama, sakat bırakma, cinsel saldırı, tecavüz, ensest, öldürme şeklinde olabildiği gibi sözlü, duygusal ve zihinsel olarak da görülebilmektedir. Kısaca şiddet, fiziksel, cinsel veya psikolojik olarak yaşanabilir.

  Aile içi şiddet herhangi bir birey tarafından diğer bir bireye uygulanabilmektedir. En yaygın şekli kocanın karısına ve ebeveynlerin çocuklarına yönelttiği şiddettir. Üçüncü bir grup olarak da yaşlılar şiddete maruz kalabilmektedir.

  Aile içinde fiziksel şiddete maruz kalan kadın, bunu şikayet konusu yapmadan, bazı ailevi sorunlardan yakınmaktadır: Kocanın alkolik oluşu, sorumsuzluğu, başka kadınlarla ilişkisi, ilgisizliği, aralarındaki iletişimsizlik vb. sorunlar bunların başında gelir ve özellikle organik bir nedene bağlanamayan bedensel yakınmalar dikkati çeker.
  
  Baş ağrısı, aşırı duyarlılık, çarpıntı, göğüs ağrısı, mide ve bağırsakla ilgili yakınmalar, karın-bel ağrıları, alerjik sorunlar, astım, uykusuzluk, sıkıntı ve bazı bedensel hastalıkları taklit eden belirtiler başlıcalarıdır. Depresyon da bu konuda sık rastlanan bir tablodur.

  Şiddete maruz kalan kadın birtakım psikolojik ve fizyolojik sorunlar yaşar. Genelde sessizlik, üzüntü, bazen öfke hali, tedirginlik, ajitasyon, ağlama, uykusuzluk, gerginlik, kabus görme, güçsüzlük, yorgunluk, halsizlik, enerjiden yoksunluk ümitsizlik, kendisini değersiz bulma, suçluluk, utanç duyma gibi birtakım tepkilere rastlanmaktadır.

  Ancak, intihar girişimleri, depresyon, alkolizm, vücuduna zarar veren türden davranışlara kadar varan durumlar söz konusu olabilmektedir.
  Kadına uygulanan şiddetten çocukların da olumsuz yönde etkilenecekleri unutulmaması gereken önemli bir husustur.

  Eşlerini döven erkeklere psikolojik danışma veya psikoterapi yardımı veren merkezlerde yapılan gözlemler, eşini döven erkeğin, etrafına sosyal ilişkilerinde yeterli, çevresi ile iyi ilişkiler kurabilen kişiler olarak görünmekle birlikte, içinde yıkıcı istekleri olan, içtepilerini denetleyemeyen, sık sık öfke patlamaları gösteren kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.

  Eşleri ile ilişkilerinde yaşadığı çatışmaları dayak yolu ile çözmeye çalışan erkekler, çocuğuna ağır bedensel cezalar veren babalar, sosyal ve kişisel yetersizliklerini ve engellenmiş duygularını, kendilerinden zayıf kimselere fiziksel güç gösterisi ile giderme yolunu seçmektedirler. Bunlar gerçek duygularını anlamakta ve tanımlamakta güçlük çekmekte ve sorumluluğu eşlerine, çocuklarına yüklemektedirler.

  Toplumda konuşulması yasak olan, aile-içi cinsel saldırı sorununun da çok ender görülen bir psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir sorun olmadığı, son günlerde kitle iletişim araçlarına yansıyan örneklerden anlaşılmaktadır.









  Kadının, kocası tarafından, izni dışında cinsel birleşmeye zorlanması ise, geçmişte sorun olarak görülmeyen, ancak insan hakları kavramlarının gelişmesi ile cinsel istismar olarak şikayet konusu olmaya başlayan bir durumdur.

  Çocuğun dünyaya gelmesinden itibaren ilk karşılaştığı toplumsallaşma kurumu ailedir. Ebeveyn-çocuk ilişkilerinde, ebeveynin çocuğa ilişkin bakım ve eğitimini içeren ana baba davranışları ve çocuğu bu davranışlara ilişkin algısı toplumsallaşma sürecinin temelidir.      

  Yapılan araştırmalar, ailedeki şiddet, disiplin biçimi ve ceza yöntemleri ile çocuk suçluluğu arasında anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.
 
 Yine çocuk suçluluğuna ilişkin yapılan araştırmalarda, aile ve suçluluk arasındaki ilişki bir çok etmene ayrılarak ele alınmıştır. Bunlar ‘’parçalanmış aile’’ “çatışan yani şiddet yaşayan aile”, “ihmalkar aile” ve “suçluluk davranışı barındıran aile”dir.
  Bu tür özellikler gösteren ailelerde yaşayan çocukların potansiyel suçlu olarak yetiştiğine ilişkin görüşler öne sürülmektedir.

  Ebeveynlerin çocuklarına uyguladıkları kötü muamele “ihmal” ve “istismar” olarak iki grupta toplanmaktadır. Çocukta ihmal veya istismar sonucu ortaya çıkan örselenme durumu, her zaman gözle görülebilecek kadar açık olmayabilir veya örselenmenin etkisi daha uzun zaman içinde ortaya çıkabilir.
 
  Sevgisiz ve baskıcı ortamlarda yetiştirilen çocuklarda sürekli kaygı, kendine ve geleceğe güvensizlik, düşük özsaygı gibi kişilik özellikleri gözlenmektedir.
 
  Şiddete maruz kalan, şiddeti yaşayan veya şiddete şahit olan çocukların psiko-sosyal gelişimleri önemli ölçüde olumsuz olarak etkilenmektedir. Ayrıca bu çocuklar yetişkin olduklarında da birer şiddet uygulayıcısı olarak toplumda yer alacakları unutulmaması gereken bir konudur.

  Çocukların aile içinde gördükleri şiddet, cinsel/fiziksel istismar çocukları sokak yaşamına itebilmektedir ve her türlü tehlikesine rağmen sokak, çocuklar için cazip hale gelebilmektedir.
 
  Şu ya da bu şekilde sokakta yaşamaya başlayan çocuklar, ortamın gereği olarak şiddete ve cinsel/fiziksel istismara maruz kalmakta uyuşturucuyla tanışıp çeşitli suçlara itilebilmektedir.
















   

                                      ŞİDDETİN TANIMI
   Kişilerin beslenme ve bakım gereksinimlerini karşılayan, güven duygusu veren, beden ve akıl sağlığını koruyan ve geliştiren bir birim olması gereken aile, çoğu kez, her çeşit şiddetin beslendiği ve uygulandığı tek odak olmaktadır.
  Aile dışında gerçekleşen şiddet için toplum sorumlu tutulurken, aile içinde oluşan şiddet gizli kalmakta, özel hayat olarak kabul edilmekte, çoğu kez de olağan ve yasal olarak  karşılanmaktadır.
  Aile içi şiddet ile ilgili olarak gelişen kamuoyu bilinci ise çok değişkendir. Böyle bir şiddetin varlığına inanmama ve inkar etme şeklinde görüşler olabildiği gibi, bu tür bir şiddeti onaylayan görüşler de olabilmektedir.
  Şiddet , insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine, yaralanmasına ve sakat kalmalarına neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür.
  Aile içi şiddet ise bu tür bir hareketin aile içinde gerçekleşmesi durumunu ifade eder.
  Aile içi şiddet büyük bir oranla kadına  ve çocuklara yöneliktir ve bu şiddeti gerçekleştiren kişi de erkektir. Psikiyatrik hastalar tarafından bildirilen fiziksel ve cinsel şiddet eylemlerinin % 90’ı aile bireyleri tarafından yapılmıştır.
  Çocuğun  ruhsal ve bedensel  bütünlüğünü bozucu davranışların tümü ise çocuk istismarı olarak tanımlanmaktadır. Bu alanda sık kullanılan diğer bir kavram ise çocuk ihmalidir.
  Bu ise, ana ve babaların çocukların bakım, beslenme, barınma, ısınma, giyinme, sağlık ve eğitim ile ilgili gereksinimlerini karşılama gibi temel yaşamsal  ihtiyaçlarını karşılamamaları veya bu konularda hatalı tutum sergileyip, çağdaş bilgileri kullanmamaları  anlamındadır.

 

                                  

 

 

 

 

 

 

 

 

                                  ŞİDDETİN NEDENLERİ

  Şiddet nedenleri çok çeşitli ve karmaşıktır. Kolay anlaşılabilmesi açısından genel anlamıyla şiddetin, özel anlamıyla ise aile içi şiddetin nedenlerini, biyolojik nedenler, psikolojik nedenler ve sosyal nedenler olmak üzere üç ana başlık altında toplamak mümkündür.
1-Aile İçi Şiddetin Biyolojik Nedenleri:
  Biyolojik nedenler arasında, erkeklik hormonlarının etkisi,  şizofreni, paranoid şizofreni gibi bazı akıl hastalıkları ile anti sosyal kişilik bozukluğu gibi bazı ruhsal bozukluklar sayılabilir.
  Saldırgan yani şiddeti uygulayan aile bireylerinin büyük oranlarda erkek oluşu ve bu saldırgan davranışların ilerleyen yaşla birlikte azalmaya başlaması, erkeklik hormonlarının şiddet davranışında etkili olduğunu düşündürmektedir.
  Hezeyanlar,  hallüsinasyonlar (gerçekte var olmayan şeyleri görme, duyma veya kokusunu alma), gerçeklikten uzaklaşma, duygusal cevapların kaybı, sosyal ilişkilerin bozulması gibi belirtilerle ortaya çıkan şizofreni ve bunun özel bir çeşidi olan şüphe, kıskançlık, kendini beğenmişlik gibi duyguların ön plana çıktığı paranoid şizofreni diye adlandırılan akıl hastalıkları da biyolojik nedenler arasındadır.
  Sorumsuz, tepkici ve düşüncesiz hareket etme, vicdansızca ve suç niteliğinde davranışlar gösterme ve bunlardan hoşlanma biçimindeki tutumların görüldüğü anti sosyal kişilik bozuklukları  da şiddetin biyolojik nedenlerindendir.
2-Aile İçi Şiddetin Psikolojik Nedenleri:
  Sürekli olarak, aile içi şiddete maruz kalan yani eşlerinden dayak yiyen kadınlar, böyle olmayı seçmemişlerdir. Şiddet uygulayan çoğu eş, aile birliğinin  ilk dönemlerinde bunu uygulamaz.
  Ne zaman arada derin ruhsal bağlar kurulmaya başlar, işte o zaman şiddet eğilimleri kendini gösterir. İlk şiddet atağı, şiddete uğrayan eş için bir sürpriz olur ve hiç bir şekilde şiddet eğilimi olarak yorumlanmaz. Ancak gerçek, şiddetin doğasının zaman içinde artmaya meyilli olduğudur.
  İlk yaralanmalar hafif ve önemsiz olarak kabul edilir ve şiddete uğrayan eş, şiddeti uygulayan eşin kendisine zarar verme kastı taşımadığına inanır. Eşine karşı duygularında önemli bir değişiklik olmaz. Ancak şiddetin boyutu ilerlediğinde, şiddete uğrayan eşin duygusal bağı giderek zayıflar, fakat eşini terk etmesi durumunda daha büyük bir şiddet atağı ile karşılaşma korkusu artar.
  Buna sosyal kurumlardan destek alamama endişesi de eklenince, şiddete maruz kalan eş, yıkıcı bir evlilik tuzağı içinde kendisini hapsedilmiş bulur. Şiddeti uygulayan kişiler, uyguladıkları bu şiddet karşısında elde edecekleri kazancın, şiddetin maliyetinden daha  fazla olduğunu düşünürlerse, şiddeti uygulamaya devam ederler.




  Erkekler niçin kadınları döverler? Çünkü bunu yapabilirler....
  Erkekler için eşlerini dövmenin kazançları; duygusal baskıları ortadan kaldırmak, hayal kırıklıkları için bir çıkış yolu bulmak ve kendi isteklerinin gerçekleşmesini garanti altına almaktır. Buna karşılık maliyet oldukça düşüktür.
  Çünkü: Kadınlar gerek fiziksel, gerekse ekonomik açıdan yetersiz olduklarından buna karşı koyamazlar, toplum bu olguya aile içi özel mesele gözüyle bakar ve koruyucu toplumsal örgütlerin çabası sınırlıdır.
  Şiddeti uygulayan kişinin karşılaşabileceği en ciddi maliyet , eşin boşanma yoluyla kaybedilmesidir ki, bu da çoğu kez , şiddet uygulanmasının arttırılması yolu ile kontrol altına alınır.
3- Aile İçi Şiddetin Sosyal Nedenleri:
  Şiddet uygulama, öğrenilebilen bir davranıştır. En önemli öğrenme kaynağı ise, şiddeti uygulayan kişinin kendi ailesidir. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde, aile içi şiddetin uygulandığı bir ortamda yetişenlerin,  şiddet gösterme eğilimine sahip oldukları gösterilmiştir.
  Ayrıca şiddetin,  toplum tarafından paylaşılan bir değer yargısı olarak kabul edilmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılması da sosyal bir neden olarak kabul edilmektedir. Toplumların sahip oldukları iletişim becerilerinin yetersizliği, duygu ve düşüncelerin kışkırtıcı biçimlerde ifade edilmesi alışkanlığı, bilinçsizce yapılan suçlamalar, hatalı namus ve ahlak anlayışları da şiddetin sosyal nedenleri arasında sayılabilir.
  Yoksulluk, hayat karşısında şanssız olmak, beklentilerin ve kazanılmış niteliklerin yoksunluğu gibi sosyo-ekonomik baskı unsurları da şiddet uygulamasına neden olabilir. Alkol ve madde bağımlılığı olan kişiler ise gerek bu sosyal faktörlerin gerekse kullandıkları  bağımlılık yaratan maddelerin neden olduğu ruhsal etkiler sonucunda şiddet uygulamaya daha çok yatkındırlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                 AİLE İÇİ ŞİDDETİN TİPLERİ
  Aile içi şiddet, uygulanışı ve şiddetin uygulandığı kişiler dikkate alındığında farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Uygulanışına göre : Fiziksel, duygusal (psikolojik) ve ekonomik şiddetten söz edilebilir. 
1- Fiziksel Şiddet
  Aile içi şiddetin en sık olarak uygulanan biçimidir.  Sarsma, hırpalama, tokat atma, dayak  atma,  bireye cisimler atma, duvarlara vurma, saçından tutup yerlerde sürükleme, itme, sopa ve odun ile dövme, ellerini kollarını bağlama, zorla cinsel ilişkide bulunma,  kesici delici aletlerle üzerine yürüme, ve bunları kullanarak kişiyi yaralama, ateşli silahlar kullanma, kişileri öldürme  gibi durumlar fiziksel şiddet uygulamalarıdır.
2- Duygusal  Şiddet
  Kişiye bağırma, başkaları önünde küçük düşürme, gururunu incitme, kişiyi fiziksel şiddet uygulamakla tehdit etme, kişinin duygu ve düşüncelerini açıkça ifade özgürlüğünü elinden alma, kendi gibi düşünüp davranmaya zorlama, kişinin hareket özgürlüğünü kısıtlama, kendi aile bireyleriyle veya arkadaşlarıyla iletişimin yasaklama, kişinin istediği gibi giyinme özgürlüğünü kısıtlama gibi fiziksel bir baskı olmaksızın uygulanan ve ruh sağlığını bozucu eylemlerin tümü duygusal şiddet kapsamındadır.
3- Ekonomik Şiddet
  Kişilerin çalışma ve gelir sağlama özgürlüklerinin ellerinden alınması, mal alıp satmalarının  engellenmesi, gelirlerine el konulması, gelir sağlamak üzere çalıştırılmaya zorlanması gibi eylemlerdir.
  Aile içi şiddetin uygulandığı kişilere göre türleri ise, eşlere, çocuklara veya evdeki yaşlılara şiddet uygulanması biçiminde olabilir. Eşlere şiddet uygulanması bakımından erkeklerin, kadınlara şiddet uygulaması daha yaygın olarak karşımıza çıkmaktadır.


















                        
                                  TÜRKİYE’ DE AİLE İÇİ ŞİDDET


  Aile içinde yaşanan şiddet, geniş bir tanımlamayla bireylerin yaralanmasına, sindirilmesine, öfkelendirilmesine veya duygusal baskı altına alınmasına yol açan fiziksel veya herhangi bir şekildeki hareket, davranış veya muamele olarak ele alınabilir.

  Şiddet dövme, yaralama, sakat bırakma, cinsel saldırı, tecavüz, ensest, öldürme şeklinde olabildiği gibi sözlü, duygusal ve zihinsel olarak da görülebilmektedir. Kısaca şiddet, fiziksel, cinsel veya psikolojik olarak yaşanabilir.

  Aile içi şiddet herhangi bir birey tarafından diğer bir bireye uygulanabilmektedir. En yaygın şekli kocanın karısına ve ebeveynlerin çocuklarına yönelttiği şiddettir. Üçüncü bir grup olarak da yaşlılar şiddete maruz kalabilmektedir.

  Aile içinde fiziksel şiddete maruz kalan kadın, bunu şikayet konusu yapmadan, bazı ailevi sorunlardan yakınmaktadır: Kocanın alkolik oluşu, sorumsuzluğu, başka kadınlarla ilişkisi, ilgisizliği, aralarındaki iletişimsizlik vb. sorunlar bunların başında gelir ve özellikle organik bir nedene bağlanamayan bedensel yakınmalar dikkati çeker.
 
  Baş ağrısı, aşırı duyarlılık, çarpıntı, göğüs ağrısı, mide ve bağırsakla ilgili yakınmalar, karın-bel ağrıları, alerjik sorunlar, astım, uykusuzluk, sıkıntı ve bazı bedensel hastalıkları taklit eden belirtiler başlıcalarıdır. Depresyon da bu konuda sık rastlanan bir tablodur.

  Şiddete maruz kalan kadın birtakım psikolojik ve fizyolojik sorunlar yaşar. Genelde sessizlik, üzüntü, bazen öfke hali, tedirginlik, ajitasyon, ağlama, uykusuzluk, gerginlik, kabus görme, güçsüzlük, yorgunluk, halsizlik, enerjiden yoksunluk ümitsizlik, kendisini değersiz bulma, suçluluk, utanç duyma gibi birtakım tepkilere rastlanmaktadır.
 
  Ancak, intihar girişimleri, depresyon, alkolizm, vücuduna zarar veren türden davranışlara kadar varan durumlar söz konusu olabilmektedir.

  Kadına uygulanan şiddetten çocukların da olumsuz yönde etkilenecekleri unutulmaması gereken önemli bir husustur.

  Eşlerini döven erkeklere psikolojik danışma veya psikoterapi yardımı veren merkezlerde yapılan gözlemler, eşini döven erkeğin, etrafına sosyal ilişkilerinde yeterli, çevresi ile iyi ilişkiler kurabilen kişiler olarak görünmekle birlikte, içinde yıkıcı istekleri olan, içtepilerini denetleyemeyen, sık sık öfke patlamaları gösteren kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.

  Eşleri ile ilişkilerinde yaşadığı çatışmaları dayak yolu ile çözmeye çalışan erkekler, çocuğuna ağır bedensel cezalar veren babalar, sosyal ve kişisel yetersizliklerini ve engellenmiş duygularını, kendilerinden zayıf kimselere fiziksel güç gösterisi ile giderme yolunu seçmektedirler.
 
  Bunlar gerçek duygularını anlamakta ve tanımlamakta güçlük çekmekte ve sorumluluğu eşlerine, çocuklarına yüklemektedirler.

  Toplumda konuşulması yasak olan, aile-içi cinsel saldırı sorununun da çok ender görülen bir psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir sorun olmadığı, son günlerde kitle iletişim araçlarına yansıyan örneklerden anlaşılmaktadır.

  Kadının, kocası tarafından, izni dışında cinsel birleşmeye zorlanması ise, geçmişte sorun olarak görülmeyen, ancak insan hakları kavramlarının gelişmesi ile cinsel istismar olarak şikayet konusu olmaya başlayan bir durumdur.

   Çocuğun dünyaya gelmesinden itibaren ilk karşılaştığı toplumsallaşma kurumu ailedir. Ebeveyn-çocuk ilişkilerinde, ebeveynin çocuğa ilişkin bakım ve eğitimini içeren ana baba davranışları ve çocuğu bu davranışlara ilişkin algısı toplumsallaşma sürecinin temelidir.

  Yapılan araştırmalar, ailedeki şiddet, disiplin biçimi ve ceza yöntemleri ile çocuk suçluluğu arasında anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Yine çocuk suçluluğuna ilişkin yapılan araştırmalarda, aile ve suçluluk arasındaki ilişki bir çok etmene ayrılarak ele alınmıştır.
 
  Bunlar ‘’parçalanmış aile’’ “çatışan yani şiddet yaşayan aile”, “ihmalkar aile” ve “suçluluk davranışı barındıran aile”dir. Bu tür özellikler gösteren ailelerde yaşayan çocukların potansiyel suçlu olarak yetiştiğine ilişkin görüşler öne sürülmektedir.

  Ebeveynlerin çocuklarına uyguladıkları kötü muamele “ihmal” ve “istismar” olarak iki grupta toplanmaktadır.

  Çocukta ihmal veya istismar sonucu ortaya çıkan örselenme durumu, her zaman gözle görülebilecek kadar açık olmayabilir veya örselenmenin etkisi daha uzun zaman içinde ortaya çıkabilir.

  Sevgisiz ve baskıcı ortamlarda yetiştirilen çocuklarda sürekli kaygı, kendine ve geleceğe güvensizlik, düşük özsaygı gibi kişilik özellikleri gözlenmektedir. Şiddete maruz kalan, şiddeti yaşayan veya şiddete şahit olan çocukların psiko-sosyal gelişimleri önemli ölçüde olumsuz olarak etkilenmektedir.

  Ayrıca bu çocuklar yetişkin olduklarında da birer şiddet uygulayıcısı olarak toplumda yer alacakları unutulmaması gereken bir konudur.

  Çocukların aile içinde gördükleri şiddet, cinsel/fiziksel istismar çocukları sokak yaşamına itebilmektedir ve her türlü tehlikesine rağmen sokak, çocuklar için cazip hale gelebilmektedir.

  Şu ya da bu şekilde sokakta yaşamaya başlayan çocuklar, ortamın gereği olarak şiddete ve cinsel/fiziksel istismara maruz kalmakta uyuşturucuyla tanışıp çeşitli suçlara itilebilmektedir.


  Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı, aile içinde ve toplumsal alanda şiddetin sebep ve sonuçlarının belirlenmesi amacıyla Türkiye genelini kapsayan iki ayrı sosyal araştırma yaptırmıştır.

  Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı tarafından yaptırılan Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları (1994) araştırmasıyla Türkiye'de kent ve kır ayrımında aile içi şiddetin sebep ve sonuçlarının yaygınlığının, düzeyinin, görülme biçim ve sıklığının, şiddete uğrayanlarla şiddet uygulayanların şiddet kavramından ne anladıklarının ortaya konulması amaçlanmıştır.

  Araştırmada eşe karşı fiziksel şiddet, sözlü ve davranışsal şiddet ve çocuklara yönelik fiziksel şiddet olmak üzere üç konudaki şiddet yaygınlığı ölçülmeye çalışılmıştır.
Araştırma sonuçlarına göre, fiziksel şiddete ailelerin yüzde 34'ünde, sözlü şiddete ise yüzde 53'ünde rastlanmaktadır.

  Çocuklara yönelik fiziksel şiddete rastlanma oranı da yüzde 46'dir. Anne babaların geçmişteki dayak deneyimi (%70) şiddeti bugüne taşımaktadır. Dayağın şiddetinden ve sıklığından çok varlığının önem taşıdığı görülmektedir.



  Aile büyüdükçe şiddet artmaktadır. Özellikle kayınvalide ile anlaşmazlıklardan doğan sorunlar eşler arasında da çatışmaya yol açmaktadır. Hamilelik döneminde de fiziksel ve sözlü şiddetin sürdüğü, sıklığının da azalmadığı anlaşılmaktadır.

  Ailelerde cinsel şiddet ve tacize rastlanma oranı yüzde 9'dur. Şiddete maruz kalanların yüzde 80'i yapacak fazla bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Eşlerden birinin alkol kullanıyor olması aile içi şiddeti artırmaktadır. Eşlerin daha iyi eğitim görmüş olması ise aile içindeki şiddeti azaltmaktadır.

  Araştırmanın genel bulgularından biri de şiddetin kuşaktan kuşağa sorun çözme biçimi olarak aktarılması ve yaşam pratikleri içerisinde bunun pekiştirilmesi ile şiddet davranışının hem devamının hem de alanının genişlemesinin sağlandığıdır.

  Yine Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı tarafından yaptırılan Aile İçinde ve Toplumsal Alanda Şiddet (1997) konulu araştırma ile aile içindeki ve toplumsal yaşam alanındaki bazı değişkenlerle bireylerin şiddet içeren davranışları ve şiddet eğilimleri arasında bir ilişkinin olup olmadığının, eğer varsa ilişkilerin nicelik ve niteliklerinin araştırılması amaçlanmıştır.

  Araştırmanın bulgularına bakıldığında şiddet ölçeğinden alınan puanlara göre katılanların yüzde 35’inde şiddet eğilimi 40 puanın, yüzde 2’sinde 60 puanın üzerinde bulunmuştur. Kadınların aldığı puanlar erkeklere göre belirgin biçimde daha düşüktür.

  15-22 yaş grubunda belirgin biçimde yükselen şiddet ölçeği puanları, şiddet gösterme eğilimleri açısından gençlerin en önemli risk grubunu oluşturduklarını göstermektedir.

  Kadınların yüzde 10'u eşlerinden sık sık (%3.6) ve ara sıra (%6.5) dayak yediklerini bildirirlerken yüzde 12’si eşleri tarafından sık sık ve ara sıra hakarete uğradıklarını, erkeklerin ise yüzde 2'sinin sık sık, yüzde 1.2'sinin ara sıra eşleri tarafından dövüldüklerini söylemişlerdir.

  Eşin hakaretine uğrama oranının kadınlarda iki misli fazla olduğu ama yaşla birlikte değişmediği saptanmıştır. 14 yaşından büyük kişilerin karı-koca ilişkilerindeki gerginleşme nedenleri arasında en çok yer verdikleri durumlar, "eşin evle ilgilenmemesi" (%66.2), "eşin saygısız tavır ve davranışları" (%56.6), "eşin kötü alışkanlıkları" (%56.5) olarak sıralanmaktadır.

  Bu değerlendirmeler, bir bakıma gerçek hayatın yansımaları olduklarından aile içi gerilimlerin nedenlerini araştırmaya ve bu gerilimleri azaltmaya yönelik girişimlerin hangi konular üzerinde yoğunlaşması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir.

  Çocuklu ailelerin çocuklarının yaramazlıkları için uyguladıkları yöntemler arasında "açıklama ve ikna etme" çok yüksek oranlarla ilk sırada yer almakta, onu "azarlama, utandırma", "cezalandırma ve yoksun bırakma" ve "korkutma" izlemektedir.

  Evde çocukların hiç dövülmediğini söyleyen aileler yüzde 55 oranındadır; çocuklarını ayda birden fazla ve çok şiddetli dövdüklerini söyleyenler yüzde 3, yılda 1-10 arası çok şiddetli dövdüklerini söyleyenler yüzde 1.5 oranındadır.

  Ailelerin yüzde 40'ı ise çocuklarını hafif şiddette dövdüklerini belirtmektedirler. Evde çocukları dövmeyi daha çok annelerin üstlendiği görülmektedir.

  Şiddete maruz kalınan bir çocukluk yaşamak, sonraki yaşamda ailede ve toplumsal alanda bir şiddet uygulayıcısı olma ihtimalini artırmaktadır ve büyük olasılıkla tüm bu alanlardaki şiddet zincirinin temel ve başlatıcı halkasını oluşturmaktadır.



  Bu açıdan Türkiye'deki şiddet eğilimlerini düşürmenin yolu, çocuk eğitiminde şiddeti bir yöntem olarak kullanmaktan kaçınmaktır.

  Ailenin yapısal özelliklerinden olan birey sayısının 7'ye kadar artması şiddet ölçeğinden alınan puanları da artırmaktadır. Birey sayısı 7'yi aştığında şiddet ölçeği puanları gerilemektedir.

  Aile içi dayanışma ile akrabalarla görüşme ve yardımlaşma oranları azaldıkça, şiddet ölçeği puanları yükselmektedir.

  Alkol kullanımı ile şiddet arasında da açık bir ilişki görülmektedir.

  Bireylerin eğitim düzeylerindeki artışa bağlı olarak, şiddet eğilimleri azalmaktadır. Aynı şekilde gelecekle ilgili beklentilerdeki olumluluk düzeyine bağlı olarak da şiddet eğilimleri azalmaktadır.

  Siyasal sistemle ilişkileri kötü olan bireylerin şiddet eğilimleri ile siyasal sistemle ilişkileri iyi olan bireylerin şiddet eğilimleri arasındaki farklılaşmalar anlamlı bulunmuştur.

  Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı’nın Türkiye’de Televizyon ve Aile Araştırması (1995) sonuçlarına göre yetişkinlerin yüzde 35’i televizyon programları arasında kendilerini en çok rahatsız eden programların “cinselliği ön plana çıkaran erotik yapımlar” olduğunu belirtmiş; ikinci sırayı reklamlar (%24.8) alırken yayınlardaki şiddet unsurundan rahatsız olanların oranı yüzde 4.4’tür.

  Kadınlar, televizyonda şiddet unsuru içeren programlardan ve genel olarak yayınların çocuk üzerindeki etkisinden daha fazla şikayetçi olmaktadırlar.

  Yine bu araştırma sonuçlarına göre, yetişkinler, çocuklarının nasıl televizyon izlediklerine ilişkin fazla bir bilgiye sahip değiller ve çocuklarının hangi kanalı/programı ne zaman seyredeceklerine karışmamaktadır.

  Bu durum iller, ebeveynlerin cinsiyeti ve ailelerin gelir durumlarına göre değişmemektedir. Çocukların yüzde 82 oranında televizyon izlemekle ilgili kararları kendilerinin verdiği, yüzde 31’inin gece saat 22’ye kadar ekran başında kalabildikleri tespit edilmiştir.

  Kısacası Türk ailesi içinde çocuklar televizyon izleme açısından özgürdürler.

  Araştırmadan edinilen bulgular ışığında Türkiye’de televizyondaki şiddetin çocuklara denetimsiz bir biçimde izletildiği ve çocukların şiddet unsuru içeren programlara direkt olarak ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu durumun çocukların psikolojik gelişimlerini olumsuz yönde etkileyeceğini söyleyebiliriz.

  

29 Ekim 2015 Perşembe

AİLE İÇİ ŞİDDET VE ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

AİLE İÇİ ŞİDDETE TANIK OLAN ÇOCUKLAR
  Aile içindeki şiddete görsel ya da işitsel olarak tanık olan çocuklara “sessiz”, “unutulmuş” ya da “görünmez” kurbanlar adı verilmektedir. Bu çocuklar son yıllarda duygusal kötüye kullanılma kategorisi içinde düşünülmektedir.
  Doğrudan şiddete maruz kalmasalar da, bu çocuklar diğer kötüye kullanılmış ya da ihmal edilmiş çocuklarla aynı türden belirtileri göstermektedir.
  Annenin şiddet gördüğü durumlarda, çocuğun örselenmesi, annenin dövülmesi bittikten sonra da sürmektedir. Bu çocuklar, yardıma gereksinimi olan, yaralanmış, berelenmiş bir annenin bakımını üstlenmek zorunda kalmaktadırlar.
  Bu, yalnızca bir fiziksel bakım üstlenme durumu ya da şiddet gören annenin, yeterli annelik yeteneklerini kaybetmesinden dolayı ihmale uğrama ile sınırlı değildir. Çalışmalar göstermektedir ki, dayak yiyen kadınlarda psikiyatrik bozukluklar, en basitinden depresyon oranı yüksektir.
  Çocuk, içinde bulunduğu ortamın havasındaki bu çökkünlük duygularını içselleştirecektir. Ayrıca çökkün bir anneden psikolojik olarak ayrılmak ve bireyleşmek, çocuk için iki ayrı zorluk taşır.
  Birincisi, yeterli doyuma ulaşamayan çocuk, tam olarak ne beklediğini bilemeden anneye yapışır.
  İkincisi, çökkün bir anneyi kendi haline bırakıp da kendi yoluna gidemez, suçluluk duyar. Suçluluk duygusunun kaynaklarından biri, yeterli doyumu sağlamayarak çocuğu engelleyen anneye yönelik saldırganlıktır.
 Çocuğun, örselenmiş durumdaki anneye duyduğu saldırganlığı üstlenebilmesi çok zordur. Bu nedenle, çocuk yaşına ve gelişimine göre, bölerek, yadsıyarak, bastırarak ya da başka savunmalar aracılığıyla saldırganlığından kurtulmaya çalışacaktır.
  Ancak bunun bedeli büyüktür. Çünkü yaşam içinde, haklarımızı koruyabilmek, kendimizi ifade edebilmek, girişken olabilmek, bizim için önemli kişilerle eşit ilişkiler kurabilmek için hepimizin bir miktar sağlıklı saldırganlığa gereksinimimiz vardır.
  Aile içi şiddetin “sessiz” tanığı ile devam edecek olursak; böyle bir çocuk, annesine annelik yapmak gereksinimi duyar. Rollerin değiştiği bu çarpık ilişki, özerkliği sınırlandıran sağlıksız bir ilişkidir. İçselleştirilen bu ilişki biçimi, gelecekteki kötüye kullanılma ilişkilerindeki bağımlılığın temellerinden birini oluşturacaktır.
Babayla ilişki
  Her çocuk babasını olumlu anlamda güçlü biri olarak görmek ve o şekilde özdeşim yapmak gereksinimi içindedir. Oysa şiddet uygulayan baba, çocuğun dünyasında güven ve sevgi kaynağı değil; korku kaynağı, öfke kaynağı, tutarsız, güvenilmez biri haline gelir. Anneye destek olan değil, onu aşağılayan, hor gören biridir.
  Çocuk için bir diğer güçlük, şiddet uygulayan baba imgesi ile ailenin bakımını üstlenen, çocuğa sevgi duyan baba imgesi arasındaki gidiş gelişlere, değişimlere uyum sağlama güçlüğüdür.
Özdeşim
  Çocuğun en önemli özdeşim nesneleri anne ve babadır. Özdeşim nesneleri arasındaki ilişki biçimi kurban-saldırgan ilişkisi olduğunda, çocuğun özdeşim süreçleri çok zorlaşır. Bu durumu, kızlar anneyle özdeşim yaparak kurbana, erkek çocuklar ise babayla özdeşim yaparak saldırgana dönüşür şeklinde açıklamaya çalışmak yetersiz olacaktır.
  Çünkü kız çocuk içselleştirilen saldırganlıktan payını alır. Aynı şekilde, oğlan çocuk karşı çıkamamanın, çaresizliğin, kurban haline gelmenin içselleştirilmesinden payını alır. Saldırganlığın ve kurban olmanın, şamar oğlanına dönmenin  çok çeşitli görünümleri vardır.
  Örneğin, babasının saldırganlığıyla özdeşim yapan bir çocuk düşünelim. Okulda yıkıcı davranışlarda bulunabilir, şiddete başvurabilir. Çünkü öfkenin kontrolsüzce boşalımı ile iç içe yaşamaktadır. Bu çocuklar genellikle aynı zamanda çevrenin öfkesini çeken ve kötü muameleye maruz kalan çocuklardır.
  Kendileri de bir bakıma şamar oğlanına dönerler. İşlemedikleri suçlar onların üzerine kalır, daha büyük çocuklardan dayak yerler vb. Bu kısır döngüden kendilerini bir türlü kurtaramazlar.
  Evde eşini döven erkeklerin çoğu, sanılanın aksine dışarıda çok uyumlu, anlayışlı görünür. Bu görünüme biraz daha yakından bakıldığında, öfkelerini, hatta istek ve gereksinimlerini uygun şekilde dile getiremedikleri, çoğu kez dışarıda haklarını savunamadıkları görülür.
  Bu bireyler, evde saldırgan bir tutum sergiledikleri halde, dışarıda yineleyici biçimde, kendi yaşamını istediği gibi yönetemeyen edilgin kurbanlar durumuna düşerler.

                                         

                         

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   ÇOCUK İSTİSMARININ NEDENLERİ

  Son otuz yılda, çocuk istismarı konusu gerek tıbbi gerekse toplumsal açıdan giderek önem kazanmaktadır. Çocuk ölümlerinin ve hastalıklarının bir nedeni olarak, kurbanları açısından son derecede yıkıcı sonuçlarıyla ve hatta sonraki nesiller için bile kalıcı izler bırakan özellikleriyle çocuk istismarı önemli bir sosyal sorundur.
  Bu konunun yeterince bildirilmemesi, tanı konulmasındaki güçlükler, inkar edilmesi ve gizli kalması ise önemini daha da arttırmaktadır.Çocuklarını istismar eden anne ve babaların kendine güvenmeyen, ana-baba olmayı kabullenememiş, kendi çocukluklarında benzer bir durumla karşılaşmış kişiler oldukları saptanmıştır.
  Öte yandan çocuk gelişimi ve eğitimi konularında gerçek dışı bilgilere  ve beklentilere sahip, kendi dürtülerini kolaylıkla denetim alamayan , karşılanmamış bağımlılık gereksinimleri olan ve alışkanlık yapıcı madde bağımlısı kişilerin de çocuk istismarına yatkın oldukları gözlenmiştir.
  İzolasyon ( tek başına kalma, yalnız bırakılma), baskı ve zorlanmalar ve  şiddetin  kuşaktan kuşağa geçen bir değer yargısı olarak toplum tarafından benimsenmiş olması da  çocuk istismarının nedenleri arasında sayılmaktadır.
  Öte yandan , olaya kurbanlar açısından bakıldığında, düşük doğum ağırlığı ( doğum kilosunun 2500 gr’ın altında oluşu) ile doğan, vaktinden önce doğan, kalıtsal veya süreğen bir hastalığı olan, istenmeyen bir gebelik sonucunda doğan, gayrı meşru olarak dünyaya gelen çocukların ve ikizlerin daha çok  istismar edildikleri görülmektedir.

                                ÇOCUK İSTİSMARININ TİPLERİ

  Çocuk istismarı başlıca üç şekilde olmaktadır:
1-Fiziksel istismar: Çocuğun canının yakılması, hırpalanması, incitilmesi, dövülmesi, kesici delici aletler veya ateşli silahlar kullanılması ve bunların sonucunda yaralanması , sakat bırakılması veya öldürülmesidir.
2- Duygusal istismar: Tehdit, bağırma eylemleri, çocuğa karşı sevgi yokluğu olduğunun gösterilmesi gibi çocuğun duygusal gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek tüm davranışlardır.
3- Cinsel istismar: Bir yetişkinin cinsel duygu ve isteklerini doyurmak üzere çocuğu bir araç olarak kullanma girişiminde bulunması veya kullanmasıdır.




AİLE İÇİ ŞİDDET VE ÇOCUK İSTİSMARININ DÜNYA VE TÜRKİYE’DEKİ DURUMU
  Aile içi şiddet de,  çocuk istismarı  da evlerin dört duvarı arasında, gizli gizli yaşandığından, toplumun değer yargıları bunlara, aile meselesidir, karışılmaz gözüyle baktığından, bu olayları önleyici yasal yaptırımların yetersiz oluşundan, şiddete ve istismara uğrayan kişilerin utanma, korkma ve benzeri duygusal  zorlanmalar nedeniyle bildirimde bulunmamalarından ve gerçekleri inkar etmelerinden, kurbanlarla  ilk karşılaşan hekimlerin belirti ve bulguları iyi tanıyamamalarından  dolayı , aile içi şiddet ve çocuk istismarı olguları yeterinde bilinememektedir.
  Dolayısıyla her iki olgunun da yaygınlığı hakkında kesin ve gerçekçi sayılar vermek olanaksızdır.Mevcut veriler, son yıllarda bu konunun önemini kavramış olan, yasal yaptırımları güçlü gelişmiş ülkelere aittir.
  Nitekim, 1987 yılında Avustralya’da yapılan bir çalışmada toplumun yarısının aile içi şiddete maruz kalmış bir kişiyi yakınen tanıdıklarını ortaya koymuştur. Benzer biçimde, Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir çalışmada Amerikan ailelerinin yarısında aile içi şiddetin varlığı saptanmıştır.
  Her yıl iki milyon civarında Amerikalı kadının eşleri tarafından dövüldüğü tahmin edilmektedir. Gerçek ise bu sayının iki katıdır. Amerika Birleşik Devletlerinde her on beş saniyede bir kadın dövülmekte ve her gün bu dövülen kadınlardan dördü yaşamını kaybetmektedir.Kenya’da yapılan bir araştırmada kadınların % 42’si kocaları tarafından düzenli olarak dövüldüklerini söylemiştir.
  Norveç’te kadın hastalıkları nedeniyle doktora giden kadınların %25’i eşleri tarafından fiziksel veya cinsel şiddete maruz bırakıldıklarını ifade etmişlerdir. Dünya üzerinde aile içi şiddetin görülmediği ülke yok gibidir.
  Toplumların , ailenin bir bireyi olan kadınlara karşı uygulanan bu şiddeti tolere edebilmeleri artık mümkün değildir. Şiddet, sınır tanımadan,  tüm ülkelerde,  ister yoksul isterse zengin olsun, bütün evlerin kapılarının ardında gerçekleşmektedir. Hastahanelerin acil servisleri, dövülen bu kadınları her gün görmektedir.
  Sağlık personeli, dayağın yarattığı fiziksel ve ruhsal sorunları yakından tanımaktadır. Bütün bunlar karşısında sağlık personeli sessiz kalabilir mi? Sorumluluklarından kaçarak “benim işim değil, bırak polis halletsin!” diyebilir mi? Elbette ki hayır.
  Çocuk istismarının dünyadaki yaygınlığı konusuna gelince, ne yazık ki bu durumun görülme sıklığını belirten sayısal veriler elimizde yoktur. Çünkü bu durumu saptayacak sağlam bir yöntem henüz geliştirilememiştir.
  Çocuk istismarının bir sonucu olarak ortaya çıkan hastalıklar, yaralanmalar ve sakatlıklar nedeniyle, sağlık kuruluşlarına olan başvurulardan sonra yapılan bildirimler ise, çocuk istismarının sadece çok küçük bir bölümünü yansıtmaktadır.
  Bu tür olguların sayısının giderek artması ise endişe vericidir. Çocukların fiziksel istismarı sonucunda meydana gelen ölümler, 1-4 yaşlar arasında oluşan çocuk ölümlerinin % 3’ünü oluşturmaktadır.


  Türkiye’de aile içi şiddet olgusu ne kadardır? Eşlerinden veya ailenin diğer erkek bireylerinden dayak yiyen kadın sayısı nedir? Duygusal ve ekonomik şiddete maruz kalan kaç kadın vardır? Dövülen, duygusal veya cinsel istismara uğrayan çocukların sayısı nedir?
  İşte bu soruların kesin cevaplarını vermek çok zordur. Çünkü, bilmiyoruz. Çünkü bu konular yeterince araştırılmamış. Çünkü bu konular birer tabu olarak kabul ediliyor. Ama bize fikir verebilecek küçük çaplı çalışmalar da mevcuttur. Türk toplumunu, geleneksel olarak, özellikle ahlak ve namus gibi kavramlar söz konusu olduğunda aile içi şiddeti onaylayan bir toplum olduğunu biliyoruz.
  Hâttâ bu konuyla ilgili olarak ata sözlerimiz bile mevcut: “Kızını dövmeyen dizini döver” ya da “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gibi. Yine kitle iletişim araçlarında,  namus uğruna işlenen cinayetleri , her gün görüyoruz. Bütün bu işaretler bize, toplumumuzda aile içi şiddetin yaygın olduğuna dair ipuçları veriyor.
  Ama bu olayların neredeyse tamamına yakını gizli kalıyor. “Kol kırılır yen içinde kalır” atasözünün bir gereği olarak, aile meselesi şeklinde kabul edilip, dışarıya yansıtılamıyor. Yansıtılmıyor çünkü şiddete maruz kalanlar yani kadınlarımız bu konuda hem güçsüz hem de bilinçsiz.
  Güçsüzler, çünkü ekonomik özgürlükleri yok, aile ve yakın çevre baskısı altındalar, çocuklarının ellerinden alınacağından endişe duyuyorlar ve kendilerini kurumsal olarak ve gerçek anlamda destekleyecek, koruyup gözetecek bir toplumsal örgüt ve hizmet mevcut değil. Bilinçsizler, çünkü yeterince eğitilmemişler.
  Bilgileri noksan, hayat görüşleri dar, yaşamlarını sadece  kendi çevreleriyle kısıtlamışlar, başka yaşam biçimlerinin olabileceğini  hayal bile edemiyorlar, şiddet olgusunu kabullenmiş  ve “koca değil mi ? Hem döver hem sever” görüşünü benimsemişler. İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalına çeşitli ruhsal sorunlar nedeniyle başvuran 140 kadın üzerinde yapılan bir araştırmada, 80 kadının ( % 57,2) en az bir yıldan beridir eşinden dayak yediği, 30 kadının (%21,4)  dayak olmaksızın duygusal şiddet ile karşılaştığı, 30 kadının (%21,4) ise aile içi şiddet ile ilgili olarak bir sorununun bulunmadığı saptanmıştır.
  Aynı araştırmada, kadınların fiziksel şiddete maruz kaldıklarını açıklayabilmek için geçen sürenin  2-7 yıl arasında değiştiği  ve şiddetin yer aldığı ailelerde, erkeklerin eğitim düzeyinin düşük olduğu belirlenmiştir. T.C.Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunun aile içi şiddet ile ilgili olarak  yaptığı bir çalışmada her 100 ailenin 34’ünde kadına yönelik fiziksel şiddetin var olduğu ortaya konulmuştur. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı Dayanışma Merkezine 1992-1995 yılları arasında başvuran 550 kadının % 84’ünün aile içi şiddete maruz kaldığı bildirilmiştir.
  Bursa il merkezinde, 2001 yılında, 506 kadını kapsayan bir araştırmada kadınların % 59’unun aile içi şiddete maruz kaldığı, şiddeti uygulayanların  başında eşin geldiği ve bunu anne ve babanın izlediği, şiddete maruz kalanların % 14,5’ine fiziksel, % 33,6’sına duygusal, %45,5’ine de hem fiziksel hem de duygusal şiddetin birlikte uygulandığı saptanmıştır.
  Aynı araştırmada, eşlerin eğitim düzeylerinin yükselmesiyle birlikte şiddet uygulanmasının azaldığı ve erkeğin eğitim düzeyinin daha belirleyici olduğu, yani eğitim düzeyi yüksek olan erkeklerin daha az  aile içi şiddet uyguladıkları, şiddet uygulanan kadınların % 44’ünün bu uygulamayı kabullendikleri ve şiddet uygulanan kadınların , şiddetin  gerekçesi olarak en çok işaret ettikleri nedenin maddi sıkıntı olduğu belirlenmiştir.


  Türkiye’de çocuk istismarı konusunda  yapılan araştırmalarda ise %78 ile duygusal istismarın baş sırada olduğu görülmektedir. Fiziksel istismar (%24) ve cinsel istismar (%9) daha  az olarak görülmektedir.
  Çocukların ucuz işgücü olarak kullanılmaları yoluyla istismar edilmelerinin de Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyebiliriz.
  Yasal düzenlemeler, 15 yaşın altındakilerin çalışmasını öngörmese de, gerçekte bu yasaların çiğnendiğini hepimiz biliyoruz.
  Meslek öğrensin, eli iş tutsun, eve katkısı olsun, adam olsun, gerekçeleriyle bu çocuklar, eğitim alma haklarından yoksun bırakılmakta, okula devam etmeleri gerekirken, sağlıkları üzerinde olumsuz etkileri olan ortamlarda, hiç bir sosyal ve yasal  güvence olmaksızın çalıştırılmaktadır. Bunların sayıları on binlercedir.
  Tarım kesiminde, ücretsiz aile işçisi durumunda olanların sayısı ise tam olarak bilinememektedir. Türkiye’de 1980-1982 yılları arasında sekiz ilde yapılan bir araştırmada, 4-12 yaşları arasındaki 16.000 çocuğun , fiziksel ve duygusal açıdan istismar edilip edilmediği incelenmiştir.
  Kız çocuklarının % 34,6’sının, erkek çocuklarının ise % 32,5’inin ihmal ve istismar kurbanı oldukları saptanmıştır.
   Eğitimsiz ebeveynlerin  %40’ı çocuklarını istismar ederken, eğitim düzeyi yüksek  ebeveynlerde bu oran % 17’ye kadar düşmektedir.
  Çocukların istismar edilmeleriyle, çocukların disiplin altına alınması arasındaki sınırı çok dikkatli belirlemek gerekir.
   Ama dilimize yerleşmiş olan “eti senin, kemiği benim” , “öğretmenin vurduğu yerde, gül biter”  tarzı deyişler, Türk toplumu olarak bizlerin bu ince çizgiyi iyi saptayamadığımızın açık bir ifadesidir.

 

         

 

 

 

 

 

 

 

 

 

          AİLE İÇİ ŞİDDET VE ÇOCUK İSTİSMARININ ETKİLERİ

  Aile içi şiddet ve çocuk istismarının hem kurban hem de uygulayan üzerinde çok çeşitli etkileri olabilir. Bu etkiler kurban açısından daha önemli ve ciddidir. Kurban üzerindeki etkileri, bedensel, ruhsal ve sosyal etkiler olarak üçe ayırmak incelememizi kolaylaştıracaktır.

1- Bedensel Etkiler
  Daha çok fiziksel şiddetin ve fiziksel istismarın uygulanması durumlarında görülür. Vücudun çeşitli kesimlerinde oluşan yara, bereler, morluklar, şişmeler, sıyrıklar, kesiler, kanamalar, yanıklar, kırıklar,  göz ve beyin hasarları, iç organ yaralanmaları, bütün bunların sonucunda gelişen çeşitli hastalıklar, kalıcı sakatlanmalar ve nihayet ölüm meydana gelmesi bedensel etkiler olarak sayılabilir.
  Çocuklarda görülen  önemli bir etki de, büyüme ve gelişme geriliğidir. Fiziksel şiddet, cinsel alana yönelikse, cinsel organlarla ve hastalıklarla ilgili bedensel etkiler de ortaya çıkar.
2 - Ruhsal Etkiler
  Aile içi şiddet ve çocuk istismarının neden olduğu ruhsal etkiler, bedensel etkilere göre daha önemlidir. Çünkü bedensel etkiler bir süre sonra tedavi edilir ve ortadan kaldırılabilirler.
  Ancak ruhsal etkilerin , hem tedavisi zordur hem de ruhsal etkiler  uzun sürelidir, çoğu kez  yaşam boyu  devam eder. Aile içi şiddete maruz kalan kadınların psikolojik bozukluklar geliştirme açısından daha büyük tehlike altında oldukları bilinmektedir. Aile içi şiddete uğrayan kadınların ilk şok ve inkar  dönemini atlattıktan sonra , şiddete şiddet  ile karşılık verme ve daha sonra da depresyon ve kendini suçlama tutumu takındıkları gözlenmektedir.
  Dövülen kadınlar bu dönemde çaresizliği öğrenmektedirler. Bilişsel bozukluklar, kendini küçük ve önemsiz görme, sosyal hayattan uzaklaşma, kendine karşı duyduğu güveni ve saygıyı kaybetme gibi etkiler görülmektedir. Cinsel bakımdan fiziksel şiddete uğrayanlarda oluşan etkiler ise daha ciddidir.
  Depresyon, korku, çeşitli kişilik bozuklukları, alışkanlık yapıcı madde bağımlılığı olmaya yönelme, kendini suçlu hissedip utanma, kendi kendine zarar verme girişimlerinde bulunma ve intihar etme eğilimi bu kişilerde görülen  ruhsal  etkilerin en önemlileridir.
  Çocuk istismarının ruhsal etkileri ise yetişkinlerinkine göre daha önemlidir. İstismar edilen çocuklar, güven duygularını kaybeder ve sevgisizliği öğrenirler. Çeşitli kişilik bozuklukları geliştirebilirler. Çeşitli psikiyatrik hastalıklara yakalanabilirler. Bu çocuklar yetişkin olduklarında, şiddete meyilli olurlar.
   Öz güvenleri düşük, iletişim kurabilme özellikleri olmayan, toplum tarafından onaylanmayan davranışları gösteren, suç işlemeye yatkın, madde bağımlısı, kendine zarar verici davranışlar geliştiren ve intihara eğilimi olan kişiler haline gelirler.


3-Sosyal Etkiler
  Yukarıdaki bölümlerde, aile içi şiddet ve çocuk istismarının beden ve ruh sağlığı üzerindeki  kötü etkilerini gördünüz. Bir toplumda bu tür  şiddet ve istismar olayları yaygınsa, bu toplumun bireylerinin büyük bölümünün beden ve ruh sağlıkları bozuk demektir. Böyle bireylerden oluşan bir toplumun geleceği olabilir mi?
  Böyle bir toplumun çağdaş medeniyet düzeyini yakalaması ve insanlık adına yararlı katkılarda bulunması düşünülebilir mi? Elbette hayır. İşte, aile içi şiddet ve çocuk istismarının sosyal etkileri  bu biçimde ortaya çıkar.
  Öte yandan, özellikle toplumumuz için önem taşıyan ve kurbanlar açısından oluşan diğer bir önemli sosyal etki de, namus uğruna aile içi şiddete maruz kalmış olan kadınların veya cinsel istismara uğrayan çocukların, toplum tarafından dışlanması, istenmemesi, bu kişilere, kirletilmiş, işe yaramaz gözüyle bakılması, bu kişilerin toplum içine kabul edilmeyerek yalnızlığa itilmeleridir. Bu da parmak basılması gereken önemli bir sosyal yaramızdır.
4-  Aile İçi Şiddet veya Çocuk İstismarının,  Uygulayanlar Üzerindeki Etkileri
  Aile içi şiddet ve çocuk istismarının, bu şiddeti veya istismarı uygulayan kişiler, üzerinde de etkileri olur. Bu etkiler daha çok ruhsal ve sosyal etkiler olarak karşımıza çıkar. Karısına şiddet uygulayan bir erkek veya çocuğunu döven bir anne- baba,  yaptığı bu işten utanır, kendi kendini suçlar, duygularını  ve davranışlarını kontrol edemediği için cezalandırmaya çalışır, pişmanlık duyar, öz güvenini yitirebilir.
  Bu gibi kişiler pişmanlıklarını dile getirip, af dileseler de bir zaman sonra bütün bunları unutup, yeniden aynı eylemi gerçekleştirirler. O nedenle bu kişilerin mutlaka bir psikolojik tedaviye ve desteğe ihtiyaçları vardır.
  Eğer toplum, aile içi şiddet ve çocuk istismarını onaylamayan bir tutum sergiliyorsa, şiddet uygulayan bu kişileri  dışlayabilir, onları toplum dışına itebilir. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Almanya, İsveç, Norveç gibi gelişmiş ülkelerin çoğunda bu tür eylemlerin ciddi  yasal yaptırımları vardır.
  Eşlerine fiziksel şiddet uygulayan erkekler hapis ile cezalandırılmakta, çocuklarını istismar eden ailelerden çocukların velayeti alınmakta ve çocukların bakımını ve yetiştirilmesini,  kurumlar veya yetiştirici aileler üstlenmektedir.









                          






               

4 Ekim 2015 Pazar

MEDYA VE ÖZÜRLÜLÜK



Özürlülerin farklı, “normal dışı” algılanması, kitle iletişim araçlarındaki sunum biçimlerini etkileyerek belli stereotipilerin geliştirilmesine yol açmıştır. Bu stereotipiler şüphesiz öteden beri toplumun özürlülerle ilgili geliştirdiği çeşitli mitlerin bir sonucudur.
Ancak bu stereotipilerin öne çıkarılması ve dolaylı ya da dolaysız vurgulanması olumsuz tutumları pekiştirici bir rol oynar.
Kitle iletişim araçlarındaki baskın görüntü, özürlülerin başarısız ve “trajik” bir yaşam sürdükleri, “normal” bir yaşam sürdürmenin yolunun insanüstü bir güç ve yeteneğe sahip olmaktan geçtiği görüntüsüdür. Bu inançlar sonucu iki temel sunum biçimi ortaya çıkar: Kurban ve kahraman
Kurban imajı, trajik, yardıma muhtaç ve acınası kişileri, kahraman imajı, neşeli, başarılı, iyiliksever kişileri yansıtmaktadır.
Kitle iletişim araçlarında özürlü kişilerle ilgili sıkça tekrarlanan stereotipileri şu şekilde sınıflayabiliriz:
  • Zavallı ve acınası kişiler olarak özürlüler,
  • Şiddet objesi olarak özürlüler,
  • Uğursuz ve günahkar kişiler olarak özürlüler,
  • Konuyu destekleyici veya biblo olarak özürlü kişiler,
  • Süper yetenekli kişiler olarak özürlüler,
  • Alay objesi olarak özürlüler,
  • Kendine acıyan ve kendi kendinin düşmanı olan kişiler olarak özürlüler,
  • Yük olarak özürlüler,
  • Cinsel olarak anormal kişiler olarak özürlüler,
  • Toplum yaşamına tam katılımda yetersiz kişiler olarak özürlüler
  • Normal bir kişi olarak özürlüler.
Medya stereotipileri ve önyargıları pekiştiren ya da toplumu özürlü kişileri anlamak ve olumlu tutumlar geliştirmek konusunda eğiten çok güçlü bir araçtır. Özürlü kişiler televizyon, radyo, gazete ve dergilerde olumlu sunulduğunda olumsuz tutumların değiştirilmesi yönünde önemli bir kapı açılmaktadır. Bu kapsamda medyada özürlülüğün sunum biçimleri konusunda izlenmesi gereken temel stratejiler şunlar olmalıdır:
1.    Odak noktası özürlülük değil insan olmalıdır. Özürlü kişilerin toplumdaki herhangi bir insandan farkı yoktur. Herkesle eşit, aynı insan ve vatandaşlık haklarına sahip, saygı görmeyi hak eden bireylerdir. Kariyerleri, ekonomik düzeyleri, yaşam biçimleri herkes de olduğu gibi farklı farklıdır. Arkadaşları, özel ilişkileri, eşleri, çocukları, aileleri, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları, işleri, hobileri, sorunları ve sevinçleri vardır. Bazılarının ciddi sağlık sorunları olmakla birlikte hepsi hasta değildir, sürekli yardım ihtiyacı olan, yardım toplayan, bütün gün yalnız başına oturan, depresif ve hiçbir işe yaramayan kişiler değillerdir.
Medyada özürlü kişilerin yer aldığı programlarda çok gerekmedikçe özürlülüğe odaklanılmamalıdır. Tedavi edilemeyen hastalıklar, doğumsal özürlülükler veya ağır yaralanmalar hakkında insanları çok kederlendirecek hikayeler anlatmaktan kaçınmalıdır. Bunun yerine bu durumun insanların ulaşım, barınma, uygun sağlık hizmeti alma, iş olanakları ve ayrımcılık gibi konularda yaşam kalitelerini nasıl etkilediğine odaklanmalıdır.
1.    Dil ve terminoloji kullanımına özen gösterilmelidir. Dil fikirlerin, algıların ve toplumsal tutumların paylaşılmasında güçlü ve önemli bir araçtır. Günlük dilde kullanılan özel deyimler ve terimler kişilere ve onların imajına zarar verebilir. “Kader kurbanı”, “felakete uğramış”, “ıstırap çeken”, “zavallı” gibi duygusal sözcükler veya “tekerlekli sandalyeye mahkum”, “tekerlekli sandalye bağımlısı” gibi duygusal deyimler kişileri aşağılayıcı ve izleyenlerin gözünde acıma duyguları uyandıran ifadelerdir.
2.   Genelleştirmeden ve etiketlemeden kaçınmalıdır. Özürlüler, engelliler, özürlü, engelli, körler, sağırlar gibi özelleşmiş bir grubu ifade eden genellemeler bu kişileri toplum içinde farklı bir konuma oturtan ifadelerdir. Bunun yanı sıra spastik, mongol, beyin özürlü gibi ifadeler damgalayıcı ifadelerdir. Özürlülük bireylerin bir çok özelliğinden biridir. Bu özelliğe yapılan vurgu onların insan yönünü ikinci plana iter. Bunu yerine “özürlü kişiler”, “özürlü birey”, down sendromlu kişi gibi ifadeler kullanılmalıdır.
3.   Başarı abartılmamalıdır. Çeşitli alanlarda başarılı olmuş özürlü kişileri süper insan veya kahraman olarak sunmayın. Her ne kadar toplum başarılı kişileri taktir etse bile, özürlü bireyleri süper yetenekli olarak sunmak bütün özürlü bireylerden aynı düzeyde başarılı olma beklentisi yaratır. Ayrıca özürlü kişilerde varolabilmenin tek yolunun çok başarılı olmaktan geçtiği duygusu uyandırır ki bu hiç kimse için mümkün değildir.
4.   Yapamadıklarına değil yapabildiklerine odaklanılmalıdır. Özürlü kişileri toplum yaşamına aktif olarak katılan kişiler olarak gösterin. Özürlü olmayan kişilerle birlikte sosyal yaşama ve iş yaşamına katılım engellerin ortadan kaldırılmasına ve iletişim kanallarının açılmasına yardımcı olur.
5.   Yardım gereksinimi istismar edilmemelidir. Özürlü kişileri sürekli olarak başkalarından yardım talep eden, para toplayan kişiler olarak göstermek yalnızca pasif alıcı, acınması gereken kişiler olarak görünmelerine ve insanların kaçınmasına neden olan bir sunum biçimidir. Özürlü kişiler özürlü olan ve olmayan herkesle eşit ilişki içinde, aldığı kadar veren kişiler olarak sunulmalıdır.
6.   Özürlülüğün bazı sonuçları eğlence aracı olmamalıdır. Özürlü kişiler komik, tuhaf ve gülünç kişiler değillerdir. Özürlü kişilerin böyle sunulması onların aşağılanmasına neden olduğu gibi, toplumu da onları ciddiye almalarını engelleyen bir yaklaşımdır.
7.   Özürlü kişiler cinsel olarak anormal kişiler değillerdir. Gerçekte ne aseksüel ne de cinsel sapkınlıkları olan kişilerdir ve bu şekilde yansıtılmamalıdırlar. Bu algılama çok daha kolay cinsel istismara uğramalarına neden olmakta, veya karşı cinsle sağlıklı ilişki kurmalarına engel olmakta, zaman zaman insanları korkutan bir obje olarak algılanmaktadırlar.
8.   Yapılan çalışmalarda özürlü kişilerden ve organizasyonlarından danışmanlık alınmalıdır. Yazarlar, gazeteciler, yapımcılar çalışmalarını topluma sunmadan önce doğruluğunu kontrol etmekle sorumludurlar. Özürlülükle ilgili konularda özürlü kişiler uzmandır. Hataları önlemek için özürlü kişilerden, organizasyonlardan danışmanlık almak en iyi yoldur.
9.   Özürlü kişilerin medyada çalışmaları desteklenmelidir. Medya kuruluşları özürlü kişileri istihdam etmek için daha çok çaba harcamalıdırlar.Özürlü kişiler medyanın tüm kademelerinde yer aldıkça özürlülere yönelik medya tutumları da değişecektir.
10.               Özürlü aktörlere yer verilmelidir. Özürlü karakterlerin yer aldığı her çalışmada mümkün olduğunca özürlü aktörler kullanılmalıdır
11. Medya kuruluşlarına ve medya içeriğine ulaşılabilirlik artırılmalıdır. Özürlü kişilere eşit istihdam olanakları yaratmak için medya kuruluşları binalarını, ekipmanlarını, politika ve uygulamalarını özürlü kişilere uygun bir hale getirmelidirler. Medyada yer alan tüm yayınların özürlü kişilerin yararlanabileceği formatta olması önemlidir. Örneğin TV programları işitme özürlü kişiler için işaret dili veya alt yazı ile desteklenmeli, yazılı basın görme özürlü kişiler için farklı formatlarda ulaşılabilir olmalıdır. (braille, elektronik format vb) Bu özürlü bireylere net bir şekilde toplumun değerli bir üyesi oldukları mesajı verecektir ve onların sosyal yaşama katılım çabalarını artıracaktır.
12.               Medya kuruluşlarının tüm çalışanlarını özürlülükle ilgili konularda eğitilmelidir. Böylece özürlü kişilere yönelik farkındalıkları artacak, uygulamada karşılaştıkları zorluklar azalacak ve bunların ürünlerine yansımaları değişecektir.